Ressam Mehmet Güleryüz, aramızdan ayrılan ressam dostu Komet'i anlatıyor.
Saat iki, öğleden sonra... Bu sefer de -yine aynı yöne dönük- Lüksemburg Parkı’na bakan noktada Rostang'a gitmeyip bir başka yerde yemek yeme niyetiyle gittiğimiz Medicis Kafe’de oturduktan birkaç dakika sonra Kerimcan’dan Komet’in vefatını öğrendim. Günlerdir, her sabah ve gün boyunca, gecenin son saatlerine kadar, uyumadan evvelki süreçlerde, belki de uykumun arasında da Komet... Komet’in hâlini, son hâlini, son nefesleri, onun adına neler oluşabileceğini duymaya çalışmak … Onun adına dediğim, “onunla beraber.” Çünkü bazen bir resminiz karşısında ne düşündüğünü merak ettiğiniz insanlar-ressamlar vardır. Benim için, “O, bu hâle nasıl bakardı?” dediğim insanlar içinde Komet de var. Fakat geçen süreçte çok yakın ve çok uzak hâlleri yaşadık Komet’le. Bir uzun evlilik gibi adeta. Bu bir aşk evliliği miydi, onu sorguluyorum. Neydi? Bu, aslında bir arkadaşlık, dostluk muydu yoksa kazara aynı kıyıya düşen iki kazazedenin deniz macerası ve tekrar denize dönme tutkusuyla birleşmeleri miydi? Herhâlde uzun seferlerde de dostluklar, beklenmeyen fırtınalar gibi kendi seyrini takip eder. Bunun da fırtınaları var, bunun da sakin sularda belki ilerde zıplayan yunusları seyrederken birlikte duyduğumuz hazzın paylaşımı gibi çok sevdiğimiz bir resme birlikte bakışımız veya birlikte resim düşüncelerimizi bölük pörçük paylaştığımız zamanları veya da kesin kesin kavgaya varan noktalarda hatta dövüşe kadar ulaşan yükselmelerde belli bazı şeyleri nasıl birlikte duyup nasıl aykırı davrandığımız, bunu nasıl birleştirip nasıl ayırdığımız - aslen nasıl bir farkındalık içinde veya farkına varmaksızın- nasıl bir bilek güreşiyle de sürdürdüğümüz zamanları var.
Tüm bu zamanlar içinde, belki benim daha uygun, daha olması gerekene uymak gayretimin -ki bunu da çoğu zaman kendim tekmelemiş, kendim yırtmış, kendim üstüne tükürmüş olmama rağmen- o uygunluğun benim de çok tersime giden bir başkası tarafından veya birkaç kişi- çocuk tarafından hırpalanması, tekmelenmesi, üstüne üstüne gidilmesi; yani onların alışık olduğum, alıştırılmış olduğum, zorlamış olduğum bir uygunluk hâlinin tam tersini var oluşlarını ancak o aykırılıklarda arayan, belki sokak çocukluğuna vardığımızı düşündüğüm; bu aykırılıkları gerçekte nasıl bir çaresizliğin çaresi olarak buldukları, buna yapıştıkları ve sürdürdükleri aykırılıklar var. Gördüğüm bu aykırılıkların başında Komet gelir. Bu aykırılıkları çokça reddettik. Hakikaten kendini, yerini bulana kadarki gözükme, görülme var olduğunun anlaşılması gayretinde yaptığı sınırları zorlayan her türlü haşarılık, belki bizim o günün Türkiye’sinde, "60’lar Türkiye’sinde" aslında benim eğitimim de bir parçası olmuştur diye düşünüyorum.
Nasıl eğitildin, kim, kimler tarafından eğitildin diye sorsalar, genelde hocalarımızı, kurumlarımızı sıralarız. Biz aslında bildiklerimizi sokaktaki, okuldaki, askerdeki , hayattaki arkadaşlarımızdan; meyhanelerdeki, kerhanelerdeki arkadaşlarımızdan -doğrusu çok da saygın görülmeyen yerlerdeki buluşmalarımızdan- öğrendik. Ancak bunu hiçbir zaman hayat hikâyemizde doğru dürüst yansıtmayız. Çünkü ne olursa olsun hepsi belli bir biçimde rötuşlu, makyajlı ve beğenilmesi gereken hâllere uygun ya da beğenilmesini arzulayan kişinin uygunlukları üzerinden, nasıl görüleceği üzerinden anlatılır.
Bu noktada, eğitimimde yeri olan Komet’in de içinde olduğu dört beş arkadaştan bahsetmem gerek: bir Burhan’dan, bir Muto’dan (Mustafa’dan), bir Şener'den… Komet, taşralı - Anadolu şehirlisi gördüğümüz, belli bir enerjisi ve üstün zekasıyla ve bize de gereken farklı bir güçle ortamımıza daldı. Bizim ortamımız, bir kafes ortamı; akademililer bir kafesin içine. Kafes, doğru bir tabir, doğru bir metafor. Çünkü sınırlayıcı, limitli, bağlayıcı, engelleyici; ama kafesler arasından hava alan, ışık gören “görece” özgür bir alan var. Biz, bu kafesin içine sokulan ya da kafese “gönüllü” giren kuşlardık. O kafes diğer kuşlarla beraber olmamızı sağlıyordu sadece: çeşitli kuşlarla. Hiçbirimiz aynı cinsten değildik. Bir kesim kuş vardı ki; bunlar, sadece yem olduğu için girerlerdi oraya; ama onlar da birbirine benzeyen kuşlardı. O tür kuşların aslen şöyle bir müştereği var: onlar “biraz" farklı da olsa (renkleri, yani kuyruk uçlarında açık beyazlar, kanat uçlarında bazı benekler, gagalarının eğrisi), uçuş stilleri ve tempoları hemen hemen aynıydı. Aslında hiçbiri, daha uzun mesafe için genlerinde öyle bir gereksinimi taşımıyordu. Çünkü onlar- kısa mesafe kuşları- belki de aslında uçmaktan çok zıplamayı beceren, kanatları olduğu hâlde kullanmayan, hemen hemen aynı şeylerden beslenen kuşlardı. Ama bir şey daha var: birbirlerinden farklı davranmıyorlardı ve tabii ki farklı davranmak istemiyorlardı. Onlar, bir arada uçuyorlardı, sığırcıklar gibi. Sığırcıkların tabii kendilerine özgü bir enerjileri ve bir ritim duyguları ve bir var oluş biçimleri var ve onu “sığırcıklar” diye ayırıyor bilim. Sığırcıkların bize verdiği gösterdikleri: birlikte binlerce sığırcığın aynı ritmin içinde uçup gökyüzünde toplandıkları noktalardaki birlikte aldıkları kararlar -kararları nasıl verirler, o, bilinmez- birlikte dalışlar, birlikte toplanışlar, dağılışlar ve oluştukları biçimler var. Bütün varlıkları, belki bu gösteri içindi diye düşünüyor insan. Öbürkülerin ise sığırcıklarla hiçbir ilişkisi yok. Onların sığırcıklarla ne beraber ne uçuşları ne birbirleriyle ilişkileri ne de gözükmede bir özenleri var. Onlar, sadece belli bir zaman içinde bir arada yemeyi, bir arada önlerine çıkan beslenme imkânlarını veya geçici olarak o süreç içinde kendilerine yarayanı kullanarak, arkalarına dönüp bakmadan giden, tekrar geri dönmeyen kuşlar. Onlar, oradaki geçici kuşlar. Aslen göç kuşları da değiller. Göç kuşlarının kendilerince belli bir amaçları, düşünceleri, örneğin; doğurganlıklarında hangi mevsimde hangi noktada hangi coğrafyada yuva kuracakları, yumurtlayacakları, hangi zaman diliminde birleşerek birlikte tekrar yola çıkacakları, varacakları noktalar, onları bekleyen farklı diğer yuvaları, diğer konakladıkları alanlar; tüm bu ayrıntıların getirdiği birliğin duygusu var. Herhalde böyle duyguları var bu kuşların. Kafesin bizi buluşturduğu kuşlardık işte. Biz, uçtuk ve geri döndüğümüzde bizim kafese, her birimiz daha sonra şunu fark ettik. O güne kadar gelen kuşlardan bir farkımız vardı. Aramızda yırtıcı kuşlar vardı. Aramızda evet uzun mesafe uçabilecek vücut yapısına, her türlü avı parçalayacak, gagaları kendileri için karşıt oluşturacak her türlü karşıt güce direnecek pençeleri olan kuşlar vardı. Aslında bu pençeleri fark ettiğimizde bu, bizi birbirimize yaklaştırdı. Birbirimizdeki bu gagalara bakarak, bu kanatlardaki gücü görerek uzağa uçmak istiyorduk biz. Kendimizde duyduğumuz uzağa uçma isteğinin başkasında da belirginlik kazanması bizi birbirimize yaklaştırdı. Aslında yapılarımız ayrıydı, kanat renklerimiz, gagalarımızın biçimleri apayrı; bir karganın bir şahine benzemesi kadar. Ama gaga, şahinde de kargada da eti, belli bir yapıyı deşebilir.
İşte kuşlar, aslında kafesi de zorlayabilecek güçte kuşlardı. Öbür kuşlar, kafes sahipleri tarafında zaman zaman elle toplanırdı; onlar hiçbir şekilde böyle toplanmaya ne karşı durur ne gaga vururlardı. Onlar sükunetle, büyük memnuniyetle, tüylerin içinde top olup, toplanmaya da yardım ederek kendilerini avuçlayan kafes sahiplerine direnmeksizin dışarı atılmalarını beklerlerdi. Kafes sahipleri imkânları ne kadar güçlü olursa olsun, bizim gibi kuşlara tedirginlikle bakarlar, bizden sakınırlardı. Hani şöyle tabirler var: "Besle kargayı oysun gözünü.” Şimdi orada bir karga varsa bir göz oyma ihtimali de söz konusudur ve o karganın böyle bir niyeti olsun ya da olmasın başkalarını da etkileyebilir. Aman ha, aman ha!
Kafes sahipleri tedirginlikle, “O nasıl kuş öyle, ne kargaya ne şahine benziyor. Bu daha da belalı bir kuş. Bu ne bu, ispinoz mu ne, bak bir tanesi güzel ötüyor. Her şeye rağmen ötüyor da. Bu, bu, ne bu ; niye hiç bir şeye benzemiyor bu kuş? Ama, ama, bu, bu elime alayım dedim, renkleri de fena değil; ahhh gagaladı. Uuuu, gagalıyor bu, ne bu, pençeleri de çok kötü, vay yerine koyayım. Bu kendiliğinden uçar gider zaten, kafesin kapısını kapatmayalım bu sefer.”
“Kafesin kapağını hafif açıyorum tamam. Baktığımı görmesin, aa kalıyorlar bunlar be! Allah Allah, ısrarcılar galiba. Diğer kuşlarla birlikte olamayacak bunlar.”
“Bunlar bütün kafesin sahibi olacaklar nerdeyse. Bunlar bir gün bizi de kaçırabilirler mi? Hop, yok ya, bizim onlarla doğamız ayrı. Biz zaten kafesin sahibiyiz. E, kafes de bize zaten kimin tarafından verildi? Yooooo, aaaaa, oooo; buna karşı zaten kim durabilir ki... Hah hah ha, yok canım öyle dertlere kapılma! Bunlar, bunlar, bunlar, bunlar gelip geçer, bunlar kaçıcı, bunlar gidici.”
"Gitsinler de..”
“Yooo bazıları ısrarcı, kalıcı galiba.”
“Şöyle bir şey de olabilir. Kalsınlar.”
“E şimdi ben başımı derde mi sokayım?”
“Ya sen de karışma, kalsın. Bizden istenilen kuş çeşidini artırmak değil mi? Kuşlar üzerine kuşları koruma kanunu da çıkarmışlardı.”
“Evet, birtakım mecburiyetler var.”
“Bu kuşlar, bu kuşlar... Bu kuşların talipleri de var galiba. Geçenlerde birileri geldi kafesin dışından bunlara bakıyor.
“Hımm, ilginç bir şey, bunların bakılacak, görülecek pek bir halleri de yok; ama garip bir şey, giderek bunlara bakanlar çoğaldı .
“Ya bu son serinofil sergisini gördün mü? Serinofil sergileri yapılıyor. Kuş meraklıları var.”
“Ee bize ne yaa canım, bir de biz kuşlardan sorumlu biz değil miyiz? Ehh, tamam bizden soruluyor da yani, ne yapalım, yani kuşsa kuş.”
“Sergi mi dedin, geçenlerde bize bu kuşlarla ilgili sorular sordular. Bunları gösteriyor musunuz, bunların meraklıları varmış, ilgi çoğalıyor.”
“Eh şimdi bunlar aranan bir cinse mi girdi yani?”
“Galiba...”
“ Peki ne yapacağız.?
“Yapacak bir şey yok, sen de onları merak eden, onları önemseyen- ne diyelim- sen de onların kuşlar arasında çok çok çok özellikleri olduğunu ve bunların senin bünyende, senin kafesinde olduğunu söyleyerek kendine bir pay çıkarır mısın, çıkarırsın.”
“ Tamam canım oradan git.”
“Oradan gidelim . Hah, tamam işte bütün mesele bu . İşte biz aslında o kuşların daha bizim esas kafese dönmesi ihtimali olmaksızın, bizim isteğimizle, hatta bizim ellerimizle, uza kafeslere yollanmasına, başka kafeslere girmelerine yardım edelim! O kafeslerden de duyduğumuza göre orada da fazla kalmıyorlarmış, uçuyorlarmış, açıkta uçuyorlarmış.”
"Öyle mi? Yok yapma canım.”
“Ha bir de bir yerden bahsettiler, Jardin des Plantes. Orada kafesler bahçe büyüklüğündeymiş. Kuşlar arasında serbest zannediyorlamış kendilerini. Hah hah haha. Uçuyorlarmış, oradan oraya, oradan oraya… Müthiş bir şey. Hah ha hah!”
“Geri dönerlerse biz ne yapacağız? Yok yok yok, biz bir şey yapamayız, böyle büyük kafesler hiç yapamayız. Bir kere bizde o kadar yer yok, ne olursa olsun bizim limitli bir bütçemiz var. Bizden istenilen liste de belli. Biz kaç kuş besleyebiliriz? E artı yeni bir kafesi yapmak çok iş, gereksiz de.”
“Aynı kafesi kullanabiliriz. Ha başka bir şey daha var bunlar geldiklerinde şunları söylemeliyiz: Gittiğiniz zaman biz sizi pek belirtmedik ama bazı şeyler değişim gösterdi. biz birbirinden farklı cinsleri kafeslerimizde farklı espasları, birbirinden farklı uçuş şekilleri, gaga biçimleri ayırıyoruz. Kanat açıklıkları, kuyruk uzunlukları üzerinden kategorize ediyoruz ve bunu bilimsel olarak yapıyoruz. Buna tabii ki sizin de uyacağınızı biliyoruz. Bunun için sizi evvela laboratuvarlarımızda bir sürü incelemeden geçireceğiz. Bu incelemeyi tabii kabul edeceksiniz. Biz büyük gelişme gösterdik. Mesela kafeslerimizde yeni talimatname var. Eskisi gibi bir kafesle mesut olamazsınız. Kafes amaçları gelişimlere, gereksinimlere uygun. O şartnameler yeni hâlleri cevaplamamızı istiyor. Biz de şartnamelerimize uygun biçimde sizlerden bu tür bir incelemeye katılmanızı isteyeceğiz.”
İşte bütün mesele bu. Buna katılanlar ve katılmayanlar ve bazı kuşların da geri dönmediği meselesi. Komet geri dönmeyen kuşlardan oldu. Çok kısa bir süre için geri geldi. Şöyle bir tur attı kafesin etrafında ve şehrin üstünde dolaştı. Oradaki kuşlardan bir tanesi biraz daha pençeli, biraz daha gagalı, uzun yol yapma düşünceli olan ve hep, “kafeste kalmayız” diyen, bir başka şey düşünmeksizin kendi farklılığıyla o kafesin gereksindirdiği, o kafesin mecbur ettiği parçalanmayı gerçekleştirmeye çabaladı.
Hiç olmazsa kafesin deliklerini genişletmek... Sonra kafesi delmeye, kafesi çevresindeki teller bırakarak kafesin tepesini açmak... Kafesi gagalayarak kafesin tellerini adeta gagasıyla eğeleyerek açma gayretine girdi. Öbür kuş, geri döndü, uzaktaki kafese. Başta bir kafese girmek girmek niyetinde değildi ama başka bir kafesti o. Aslında girdiğini anlamadığı çok daha büyük bir kafes. En sonunda şunu anladı: Kafeslerden çıkmak zor. Kafessiz bir uçuş, evet…
Mehmet Güleryüz
(Bu yayında yer alan ses ilk olarak 26.09.2022’de Gazete Duvar’da yayımlanmış olup, Sn. Güleryüz ve Gazete Duvar izniyle Açık Radyo yayınına dahil edilmiştir. Fotoğraf: Sena Pekiner Arşivi.)